İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
Kıvılcım Turanlı
Kadına yönelik şiddet ile cinsiyet temelli ayrımcılık arasında yakın bir ilişki bulunur. Kadınların insan haklarının gerçekleştirilmesinin ayrımcılığın ortadan kalkmasıyla mümkün olabileceğini ilan eden en erken uluslararası sözleşme CEDAW’dır. CEDAW ile kadınlara yönelik ayrımcılık ayrıntılı biçimde tarif edilerek devletlerin alması gereken önlemler belirtilmiştir. Ne var ki BM bünyesinde 1979’da kabul edilen CEDAW’ın gerek hazırlık çalışmalarında gerekse de metninde kadına yönelik şiddetle ayrımcılık ve kadın-erkek eşitsizliği arasındaki ilişki dile getirilmemiştir. Bu eksiklik 1992 yılında CEDAW Komitesinin 19 Sayılı Genel Tavsiye Kararı ile giderilmeye çalışılmış; daha sonra yine BM bünyesinde Kadınlara Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesi (1993) yayınlanarak BM Özel Raportörlüğü kurulmuştur.
Kadınların haklarına ilişkin bütün hukuki düzenlemelerin arkasında feminist mücadele bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi de bu metinlerin en önemlilerinden biridir. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve İstanbul’da imzalandığı için İstanbul Sözleşmesi adıyla anılmaktadır. Türkiye, Sözleşmeyi ilk imzalayan devletlerden biridir. Sözleşme, Anayasanın 90. maddesi gereği kanun hükmündedir ve diğer kanunların Sözleşmede düzenlenen hususlarda farklı hükümler içermesi halinde Sözleşmenin hükümleri esas alınır. Sözleşme hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz ve hükümleri yasama, yürütme, yargı organlarını, idari makamları ve diğer kişi ve kuruluşları bağlar.
İstanbul Sözleşmesini kadınların insan haklarına ilişkin diğer sözleşmelerden ayıran özelliklerden ilki, Sözleşmenin kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığı olan ilk uluslararası sözleşme olmasıdır. İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddetin kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikten kaynaklandığı vurgulanmış; kadına yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık türü olarak kabul edilmiştir.
Sözleşmede kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi için kadına yönelik şiddetle mücadelenin hukuki çerçevesi ayrıntılı biçimde çizilmiştir. Sözleşmenin kadın tanımı, 18 yaşının altındaki kız çocuklarını da kapsar. Sözleşmenin bir diğer ayırıcı özelliği ise toplumsal cinsiyetin tanınması ve tanımlanmasıdır. Sözleşmeye göre, toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek için toplum tarafından uygun görülen ve inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve niteliklerdir ve kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet kadınlara, kadın olmalarından dolayı uygulanan ve kadınları aşırı etkileyen şiddet anlamına gelir.
Sözleşmenin amacı kadınları her türlü şiddetten korumak, kadına yönelik şiddetle ve ev içi şiddetle mücadele etmek, şiddeti önlemek ve kovuşturmak; kadın erkek eşitliğini teşvik ederek kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve şiddet mağdurlarını korumak ve desteklemektir. Bunun için de tüm kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonun sağlanması öngörülmektedir. Sözleşme bütüncül politikalar yaklaşımını benimser; buna göre önleme (prevention), koruma (protection), failleri kovuşturma/yargılama (prosecution) ve mağdur destek mekanizmaları oluşturma politikası (policy) Sözleşmede hayli kapsamlı bir biçimde düzenlenmiştir. Bütüncül politikalar literatürde 4P ilkesi olarak ifade edilmektedir (Acar, 2014).
Sözleşme hem özel hem kamusal alandaki toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemlerini yasaklamaktadır. Ne var ki Sözleşme Türkçeye çevrilirken Sözleşmede geçen “ev içi şiddet” yerine “aile içi şiddet” ifadesi kullanılmıştır. Bu durum tercüme tercihi meselesi değil zihniyet göstergesidir.[1] Zira İstanbul Sözleşmesinin sağladığı haklardan yararlanmak için kadına yönelik şiddetin aile içinden (kan bağı ve evlilik gibi hukuki bağlarla kurulan bağlardan) gelmesi şart değildir. Evli olunmayan partner, eski partner, arada bağ olsun olmasın aynı hanede yaşayan bireyler fail olabileceği gibi, şiddete maruz kalanın tanımadığı birileri de fail olabilir. Sözleşmenin çığır açıcı özelliklerinden biri bu noktada belirir; sözde namus cinayetleri de olmak üzere hiçbir toplumsal alışkanlık, inanış, örf veya adet kadına yönelik şiddete gerekçe olarak kabul edilemez.[2]
Sözleşmeye göre ev içi şiddet, cinsel şiddet, cinsel saldırı, zorla evlendirme, kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama, kadınların genital sakatlanması ve ısrarlı takip gibi fillere ceza yaptırımı yahut başka bir hukuki yaptırımın öngörülmesi zorunludur. Sözleşme ile ekonomik şiddet de kadınlara yönelik şiddetin bir türü olarak kabul edilmiştir. Sözleşme gereği sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinde, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerinin iç hukukta düzenlenmesi, bu yollara başvurulması ya da başvurulmasının teşvik edilmesi mümkün değildir.
Kamusal alanda da kadına yönelik şiddeti önlemeyi amaçlayan Sözleşmeye göre devletler sadece ev içindeki değil; işyerlerindeki, okullardaki, kapalı kurumlardaki, karakollardaki vb. kamusal alandaki şiddeti de önlemek için gerekli tüm önlemleri almak zorundadır.
İstanbul Sözleşmesi hem barış hem de silahlı çatışma halinde geçerli bir sözleşmedir. Dolayısıyla göçmen ve mülteci kadınlar da Sözleşmenin koruması altındadır. Ne var ki mülteciler ve göçmenler söz konusu olduğunda maliyet hesapları devreye girmekte ve devletler kadınları desteklemekten imtina etmektedir (Acar, 2014).
İstanbul Sözleşmesi, devletlerin sadece yasalarını dönüştürmelerini değil, aynı zamanda hukuki ve toplumsal dönüşümü destekleyecek sosyal politika ve hizmetlere ilişkin düzenlemeler yapmalarını da zorunlu tutar. Bu nedenle Sözleşmeye göre faillerin kovuşturulması ve cezalandırılması çok önemli olmakla birlikte mağdurların korunması da gereklidir. Devletler mağdurları korurken özen yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede şiddet mağdurlarının failden tazminat talep etme hakkı da tanınmıştır. Mağdur, failden ya da bir sigorta kurumundan zararını karşılayamadığı durumlarda, zararı devlet tarafından karşılanacaktır.
Sözleşmenin yaptırım gücü ve bağlayıcılığı izleme mekanizmasıyla desteklenmiştir ve uygulanmasını sağlamak amacıyla bağımsız bir denetim mekanizması öngörmüştür. Sözleşmenin hayata geçirilmesi için Avrupa Konseyi bünyesinde “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Mücadelede Uzmanlar Grubu, GREVIO” kurulmuştur. GREVIO’nun denetim usulü raporlamadır. Her taraf devlet kendisine tanınan sürede GREVIO’nun gönderdiği soruları yanıtlamak zorundadır. GREVIO, hazırladığı raporu ilgili tarafın temsilcileriyle birlikte değerlendirir. Daha sonraki değerlendirme usullerini ve süresini GREVIO belirler. GREVIO, Sözleşmenin uygulanmasını değerlendirmek için sivil toplumdan, insan haklarını korumaya yönelik ulusal kuruluşlardan da bilgi talep edebilir (Bakırcı, 2015).
Sonuç olarak İstanbul Sözleşmesi, neredeyse bütün maddeleriyle, kadına yönelik şiddetle mücadeleye toplumun tüm aktörlerini dahil etmesiyle ve en önemlisi mağduru ve çocuklarını görmesiyle çığır açıcı bir Sözleşmedir. Sözleşme devletlerin yerleşik tutumlarını dönüştürmeyi hedeflemektedir. Zira hukuk metinleri değişse de çoğunlukla yargının ve karar alıcıların eril niteliği, kazanımların yine hukuk yoluyla geri alınmasının en büyük destekçisidir. Bu farkındalıkla İstanbul Sözleşmesi, devletlerin bütün kaçış yollarını kapamaya çalışmıştır. Bu özelliği nedeniyle eril yapının destekçileri tıpkı nafaka tartışmasında olduğu gibi meseleleri çarpıtarak Sözleşmenin varlığına saldırmaya başlamıştır. Sözleşmenin toplumsal cinsiyeti tanımlaması ve kadınlara ve erkeklere biçilen rollere uymayanların korunmasını, kalıp yargıların yıkılmasını şart koşması ve özellikle hane içi şiddetin önlenmesi için devlete yükümlülükler yüklemesi Sözleşmeye yöneltilen itirazların temel sebebidir; zira bunlar mevcut yapının altüst edilmesi, daha eşitlikçi bir yapının kurulması, kadını eve mahkum eden politikaların değiştirilmesi, esasında ikili cinsiyet kurgusuna uymayanların güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Sözleşmenin kadına yönelik şiddeti artırdığı, Batının komplosu olduğu, ülkenin bekasına yönelik bir tehdit olduğu, örf adetle uyuşmadığı, aileyi ortadan kaldırmayı hedeflediği, eşcinselliği özendirdiği vb. söylenmiştir/söylenmektedir. Öyle ki Türkiye’nin Sözleşmeden çekilmesi için kampanyalar başlatılmıştır.[3] Tam da bu nedenlerle, kabul edilip Türkiye’de yürürlüğe girdiği günden beri Sözleşmeye yöneltilen itirazlara şöyle bir bakılması dahi, aslında Sözleşmenin önemini ortaya koymaktadır.
Kaynaklar
Acar, F. (2014). CEDAW’dan İstanbul Sözleşmesine: Kadınların İnsan Hakları ve Kadınlara Karşı Şiddete İlişkin Uluslararası Standartların Evrimi. F. Kaya, N. Özdemir ve G. Uygur (Der.), Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Hakları: Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddet içinde (s.61-77). Ankara: Savaş Yayınevi.
Bakırcı, K. (2015). İstanbul Sözleşmesi. Ankara Barosu Dergisi, 2015 (4), 134-204.
[1] Bakırcı’nın da (2015) ifade ettiği üzere Türkiye’nin de tarafı olduğu 1969 tarihli Antlaşmalar Hukuku Hakkında Viyana Sözleşmesinin 33. maddesine göre uluslararası sözleşmelerin orijinal metinleri bağlayıcıdır.
[2] Ulusal mahkemelerde Sözleşmenin aksine namus, kıskançlık gelenek vb. hafifletici neden kabul ediliyor. Bkz. https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/187286-istanbul-sozlesmesi-ic-hukukta-nasil-uygulaniyor
[3] Dönem gazetelerine bakılabilir, örneğin bkz. https://t24.com.tr/haber/tartismalarin-odagindaki-istanbul-sozlesmesi-nin-tam-metni,836883
- Bu yazı feministbellek.org sitesinden alınmıştır.